Avrupa Birliği, bilindiği gibi, önce Ortak Pazar adıyla altı devletle kurulduğu 1957’den bu yana, halihazırdaki birçok sorununa rağmen son 70 yılda büyük bir ilerleme gösterdi. Hem derinleşme, hem de genişleme şeklinde gerçekleşen bu ilerleme, bir aşamanın diğerini hazırlamasını öngören ve adım adım ilerleyen “incrimental” bir yöntemle gerçekleşti.
Bugün Avrupa kıtasının büyük bölümünü kapsayan demokrasi, özgürlük, güvenlik ve refah temelindeki birlik dünyanın, 27 üyeli en gelişmiş siyasi ve ekonomik aktörü ve aynı zamanda müstakil bir Devletler Hukuku süjesi haline geldi. AB içerde siyasi ve ekonomik bakımdan büyürken, bu büyümesini garanti altına almak için komşu coğrafyasını Yakın Komşuluk Politikası adı altında, kendisiyle her bakımdan uyumlu bir bölgesel kapsama yerleştirme politikası izledi.
Yakın komşuluk politikası
Birliğin 2004 yılında ortaya attığı ve 2007 tarihli Lizbon Zirvesinde yürürlüğe koyduğu AB Yakın Komşuluk Politikası, AB ile coğrafi yakınlık paylaşan 16 devletle ilişkilerini düzenliyor. Burada “Tam Üyelikten” söz edilmiyor. Fakat nihai hedefin tüm kıtayı kapsayan geniş Avrupa Birliğine ulaşılması ideali olduğu şüphe götürmüyor. Ancak bu politikanın AB dışı partnerleri olan devletler, her biri kendi performanslarına ve kendi halklarının iradesine göre, yine her biri, ulaşabildikleri kendi gelişme kapasiteleri ve seviyelerine göre, uluslararası diplomatik koşullar elverdiğinde,” incremental” sürecin doğal akışı içinde üyeliğe doğru adımlarını hızlandırabiliyorlar, üyeliğe erişiyorlar veya geride kalabiliyorlar.
Avrupa Yakın Komşuluk Politikası, biri Güney’de Akdeniz boyutu (Barcelona süreci); diğeri ise, Doğu Avrupa’da, Doğu Partnerliği adı altında Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Moldova, Ukrayna ve Belarus’u kapsıyor. (*)
Türkiye’nin üyelik süreci
Türkiye ve Batı Balkanlar’da halen üye olmayan Devletlerin (Arnavutluk, Sırbistan, Kosova, Bosna Hersek, Karadağ ve Makedonya’nın) Birlik’le ilişkileri, Avrupa Birliği üyeliğine potansiyel tam üye ülkeler olarak tanımlanıyor. Bu ülkelerin her birinin 27 AB üyesi ile şimdiki ilişkileri ise, yukarıda belirttiğimiz gibi kendi ekonomik ve siyasi koşulları ve kendilerine özgü farklı formatlar çerçevesi içinde sürüyor.
Ülkemizin Avrupa Birliği ile üyelik konusu açıldığında, yıllardan beri Türkiye’de hatırı sayılır bir kitlenin aklına dış güçler ve onların Türkiye’ye karşı gizli niyetleri olduğu iddiaları gelir. AKP iktidarı ise 2005 yılında tam üyelik müzakerelerini başlatarak, Avrupa’ya yüzlerce yıldır Türkler ve Türkiye hakkında hakim olan peşin hükümleri beklenmedik şekilde, yıkmayı başarmıştı. Ama bunun ardından yine aynı hükümetin aynı yılı Afrika Yılı ilan etmiş olmasını AKP iktidarın hangi gerekçelerle yaptığını anlamış değiliz!
Üçlü toplantı sonuç bildirisinde Türkiye yer almıyor
Dolayısıyla AB ile, şu sırada kesintiye uğramış olsa da, bizim üyelik müzakerelerimiz hukuken sonlandırılmış değil. Bu nedenle ülkemizin Avrupa Birliği ile ilişkilerinin statüsü, Avrupa Komşuluk Politikasının Doğu Partnerliği mantığı çerçevesi içine oturmuyor. Çünkü statümüz bu çerçevenin daha ilerisinde.
Bu sebeple de geçtiğimiz 5 Nisan’da, AB, ABD ve Ermenistan arasında gerçekleştirilen üçlü toplantı sonuç bildirisinde Türkiye konusu yer almıyor. Esasen Türkiye – AB ilişkilerinin, bir Avrupa Komşuluk Belgesinde zikredilmesi, Birlikle ilişkilerimizin hukuki niteliğinde bir geri adım oluştururdu. Çünkü 1963 tarihli Ankara Antlaşması ülkemizin Gümrük Birliği yoluyla Tam Üyelik hedefine yönelmesini öngörmüş ve Türkiye daha sonra “müzakere ülkesi” sıfatını kazanmıştı.
Burada önemli olan nokta Türkiye AB arasındaki ilişkilerin, stratejik partnerliği dahi aşan bir anlamda nitelik taşıması ve bunun zaman zaman gözden kaçması. Bu ilişkinin niteliğini doğru anlama mecburiyetimiz var. Bize şimdi “Tam Üyelik” yolunu açmış olan 1963 Ankara Antlaşması ve 2005 yılında Tam Üyelik müzakerelerini başlamasından kaynaklanan bakış açısını bizzat kendimiz, – ki bazen AB konusuna emek verenler de dahil – farkında olmadan da olsa değiştirirsek, dünyadaki doğru yerimizi bir daha kolay tutturamayız. Türkiye AB ilişkilerinin niteliği, ne kadar unutturulmak istenirse istensin, kazanılmış hak oluşturuyor. Bu ilişki, AB tanımlamasıyla “karşılıklı yükümlülükler içeren” bir “Acquis Communautaire” dir.
Bu gerçek ışığında bizim, AB üyesi uygar ve gelişmiş devletlerde halen uygulanmakta olan demokrasi, hukukun üstünlüğü, adil ve tarafsız yargı, basın özgürlüğü boyutlarında, yakın geçmişte kısmen de olsa uygulamaya çalıştığımız standartları bir aşamada gündemimize yeniden getirmemiz gerekiyor.
Kendimizi bölge dışına itecek girişimleri desteklersek…
Avrupa Birliği’ni bir hedef olmayı sürdürdüğümüzü ifade ederken, temel hakları uygulamak ve birliğin birleştirici kurumlarını örnek almak yerine, mevcut olanları etkisiz kılarak kendimizi bölge dışına itecek girişimleri desteklersek, AB’ne tam üyelik hedefimizin gerçekleşmemesinin sorumluluğunu başka yerde arayamayız. Başka deyişle, AB’nin birleştirici dinamikleri yerine sinerjimizi, bizi temel hedefimizden uzaklaştıracak merkez kaç kuvvetlerinin artmasına izin verecek şekilde kullanırsak, eğer AB üyeliği gerçekten temel hedefimizse, tutarlı bir davranış sergilemiş olmayız.
Örneğin Anayasa Mahkemesinin kaldırılmasını tartışmaya açmamız, yine anayasamızın değiştirilemez ilk dört maddesini tartışmaya açma yönünde teşebbüslerimiz, Türkiye’ye daha fazla özgürlük, daha fazla güvenlik, daha fazla refah ve huzur sağlamaz. Eğitimde, çocuklarımızı bilim ve rasyonaliteyi sulandıracak girişimlerden sakınmalıyız. Aynı itinayı Anayasamızın eğitim konusunu düzenleyen beşinci maddesi için de göstermemiz yaşamsal önem taşıyor. Bunun tek yolu gerçeklik, bilim ve rasyonalite temelli milli eğitim modelinden geçiyor. Okullarımızda din eğitiminin herkesin dini inancını özgürce yaşadığı, ama kendi inandığının sadece kendisini bağladığı ve bunu başkalarına dayatma hakkının olmadığı anlayışıyla verilmesiyle gerçekleştirilebileceği bellidir. Böyle anlaşıldığı takdirde laiklik ülkenin bütününe barış ve huzur getirir.
Özetle AB’ne tam üyeliğimiz, en önce ve ilk başta bu tam üyeliği Devlet ve toplum olarak istemememiz gerekir. Ancak böyle bir irademizin mevcudiyetine, sırf AB resmi makamlarını değil, Avrupa kamuoylarını da inandırmamız gerekiyor. Bunun yolu ise, aynen Yunanistan, İspanya, Portekiz ve Kuzey ve Doğu Avrupalı aday ülkelerin zamanında milletçe gerçekleştirdikleri yoğun bir topyekun seferberlikten geçiyor.
Notlar
(*) Ukrayna, Rusya’nın saldırısı karşısında Batı dünyasından gördüğü yoğun siyasi, ekonomik ve askeri destek sebebiyle, aşamaları yakarak tam üyelik müzakerelerinin açılması talebini AB’ye kabul ettirdi; Gürcistan, kısmen benzeri nedenlerden yararlanarak AB ile 2014’te Ortaklık Anlaşması imzaladı; Belarus ise AB ile ilişkilerini kendi talebiyle sonlandırdı
. ……………….. .